Dr. Demet Taşpınar Quintern ile bütüncül tedaviler ve endüstriyel tıp üzerine
Söyleşiyi yapan: Esra Güven
Merhaba Demet, seninle sağlık üzerine bir dizi söyleşi yapmak için bir araya gelmeyi uzun süredir konuşuyoruz. Ve sonunda buna zaman ayırabildik. Neden böyle bir ihtiyaç duyduk? Bunu iznin olursa danışanın olarak önce ben cevaplamak isterim. Sonra sana söz vereceğim.
Son 8 senedir bazı kronik hastalık tanıları almamla birlikte çok yoğun ve yıpratıcı tedavi süreçleri yaşadım. Herhangi bir tedavi yaklaşımına taraftar olmadan en az zararla bu süreci atlatmaya/yaşamaya çalışıyorum. Neye ihtiyacım olduğunu biliyorum ama çeşitli sebeplerle buna ulaşamadım. Ulaşabildiğim sağlık hizmetlerinin kısıtlılıklarının da farkındayım. Endüstriyel/modern/okul tıbbı diye adlandırılan tıbbın uygulanma biçimi, ülkedeki sağlık politikalarının belirleyiciliğinde hastaneleri işletmeye dönüştürmüş durumda. Burada bir şifa aramak artık çok zor ve çoğu kez de aradığımız şifaya ulaşılamıyor. Kamu hastanelerinde şanslıysak 5 dakikayı bulan muayene süreleri, semptomatik tedavi, taşeronlaşmış ve ticarileşmiş hastaneler, dikkat ve şefkatten yoksun bir iletişim, kadınların çok zor tanı alması, çoğu kez yetersiz veya aşırı tedavilerle karşılaşması (özellikle kadın hastalıkları söz konusu olduğunda) gibi bir sürü başlıkla sınanmam gerekti. Kalan sağlığımı koruyabilmek için senden nöral terapi ve akupunktur tedavisi almaya başladım. Bu süreçte; fibromiyalji, cilt kuruluğu, reflü, geniz akıntısı, yara dokusu iyileşmesi, uyku sorunları gibi birçok sorunun ya yok olduğuna ya da şiddetinin azaldığına tanık oldum. İstedim ki bu tedaviler daha çok konuşulsun ve yaşadığım sorunların üzerine senin rehberliğinde derinlemesine düşünebileyim.
– Şimdi, zaten burada bu sorunun kaynağı biraz seni bana getiren, belki beni de bu tedavi metodlarına götüren şey. Sen aslında gittiğin doktorunun önerdiği tedavilerle sonuç alabilmiş olsaydın başka bir arayışa girmeyecektin ama emin olamadığın bir yerdeydin. Risk üzerinden çok agresif bir cerrahi bir operasyona maruz kalman sende daha fazla soru işareti uyandırdı. Bir de tabii bu sadece seninle ilgili değil, tıbbın böyle bir sıkıntısı var, aşırı tedaviler uygulanır ve çok kısa bir zamanda görüşler değişebilir. Bu sırada tüm bu tedavilere maruz kalan kişiler, maruz kalmış olur sadece.
Oysa biliyoruz ki aslında tıbbi bir yöntemin, ilacın gerçek güvenirliliğini söyleyebilmemiz için uzun bir zaman gerekiyor. Bu zamanların çok hızlı geçildiğini düşünüyorum. Özellikle çok hızlı cerrahi kararlar alınıyor. Hastalar da doktorlar da çok beklemek istemiyor. Çok sabırlı değiliz. Ağrımız hemen geçmeli, problemimiz hemen çözülmeli. Ama cerrahi çözümler sonuçta her zaman çözüm olamayabiliyor o zaman ciddi bir hayalkırıklığı yaşanıyor. Kişiler ameliyat olunca bütün sorunların biteceğini düşünüyor. Mesela kanserde ne kadar kitleyi alsanız da hâlâ tıbbi bir tedaviye, en iyi ihtimalle 3-6-12 aylık periyodlarla yorucu bir kontrol sürecine ihtiyaç duyuluyor. Veya bazı durumlarda risk sebebiyle -yaş, genetik, hasta öyküsü vb.- ortada hiçbir şikayet, belirti olmasa da memeler, rahim, yumurtalıklar alınabiliyor.
Bugün çok daha sık konuştuğumuz bir kavram var; epigenetik. Genetik tabii ki önemli hepimiz için ama aslında baktığımız zaman, insanın DNA zinciri o kadar uzun, kombinasyonları o kadar fazla ki, insanlık tarihinin tamamını kapsıyor diyebiliriz. Şimdi burada ne önemli oluyor, acaba genetik olarak annemizde diyabet olduğu için mi biz diyabet oluyoruz yoksa bu genleri aktifleştirecek bir ortamda yaşadığımız için mi oluyor? Zaten annemizle aynı yeme içme alışkanlığı içinde olduğumuz için mi? Epigenetik, “genetiğin etrafındaki” demek ve genetik kadar önemli. Genetiğimizdeki diyabet ihtimalini ortaya çıkaran acaba yaşadığımız koşullar mı aynı zamanda ? Hiçbir zaman buraya çok kafa yormuyoruz. Buraya kafa yormadığımız sürece, bir genetik olasılık üzerinden bu kadar agresif tedaviler uygulanmasını anlamakta zorluk çekiyorum.
Bu sadece benim durumumla ilgili değil tabii. Neredeyse tüm kronik hastalıklarda semptomatik tedavi yapılıyor sadece.
– Enfeksiyon ve kanser dışında, dışarıdan bir sebebin yol açmadığı, vücudun kendi fonksiyonunun bozulduğu hastalıklar, -bağışıklık sisteminin bozulması, sebebi belli olmayan tansiyon gibi- modern tıpta (Almanca’da okul tıbbı denen tıpta), fonksiyon problemi sayılır. O problem oluşmuştur bir kere ve yapılabilecek tek şey hepsi için ömür boyu ilaç kullanmaktır. Dışarıdan verilen kimyasal tedaviler sadece semptomları gidermeye yöneliktir. Bu ilaçların belli bir yarılanma, sıfırlanma süresi vardır. Bu süre içinde semptomları giderir sonra aynı etkiyi görebilmek için tekrar kullanmanız gerekir. Bu da ne anlama gelir? Kimyasal yollarla bunu baskılıyorsunuz aslında, kaynağa dair hiçbir şey yapmıyorsunuz.
Bir doktor olarak bu tedavilerle aran nasıldı, iç rahatlığıyla uygulayabiliyor muydun?
– Ben tıbbın böyle birşey olduğunu düşünüyordum ve farklı tıp yöntemlerine dair çok bilgisizdim. 5. sınıfta Ivan Illich’in “Sağlığın Gaspı” kitabını okumuştum. Kitap çok etkiledi beni. Ayrıca kendi pratiğimde, 3. sınıfta kliniğe başladıktan sonra anladım ki biz aslında hasta tedavi etmiyoruz, hastayı ayakta tutuyoruz. Anti depresan kullanıp zombi gibi dolaşanlar, sürekli gazı şişkinliği olup ilaç kullananlar, diyabet hastası olup ilaç kullanmasına rağmen vücudunda yaralar çıkanlar… Bu motivasyonumu gerçekten çok düşürmüştü ve uzmanlık sınavına girmedim. Yıllarca doktorluk mesleğini icra etme biçimim yolcu gemilerinde acil müdahale yapmaktı. Bunun dışındaki tıpla haşır neşir olmak istemedim.
Kendine başka bir yol çizmene ne sebep oldu?
– Bir arkadaşımın tavsiyesiyle İbni Sina’nın Kanun Fi’t Tıp kitabını okudum. Çok şaşırdım, çünkü modernizm bizde şöyle bir yanılgı yaratıyor; biz herşeyin 1800’lerden itibaren, sanayileşmeyle birlikte geliştiğini, bugünkü birçok bilginin , o dönemde üretildiğini zannediyoruz. Tıp fakültesinde, tıp tarihi diye bir dersimiz vardı ama genelde boş geçen, inkilap tarihi gibi anlatılan bir tarih anlatısı dinlerdik.
Ve şunu anladım; bildiğimiz birçok hastalık zaten o zaman biliniyormuş. Anatomi tanımlanmış, diseksiyon zaten yapılmış. Hiç bilmediğimiz Arap dünyası var. Bu da oryantalizm kaynaklı tabii. O kadar Avrupa merkezli eğitilmişiz ve bakmışız ki herşeye. Avrupa’da “ortaçağ” (karanlık çağ) dediğimiz, aslında Arap dünyasının en parlak dönemi, bilimin geliştiği dönemdir. Biz bu dönemi ortaçağ, karanlık çağ olarak kabul etmişiz. Cahilliğimi fark ettim, kitaptaki bilgilerin güncelliğinden, dilinden çok etkilendim. Ayrıca hekim olarak İbni Sina’nın hekimliğinden ve kapsayıcı bilgisinden çok etkilendim; kimya, coğrafya, mantık, felsefe biliyor.
İkinci cildinde bitkileri anlatıyor. Burun kıvırdığım tedavilerdi bunlar. Ancak bir arkadaşım bu tedavilerle uğraşıyordu. “Acaba?” sorusu aklıma düşmüştü artık. Tam o sırada İbni Sina’dan dolayı tıp tarihiyle ilişkili olan eşimle tanıştım. Kendisi Alman. Almanya’yla bağlantı kurmamı sağladı ve doktorlara verilen bir fitoterapi eğitimi programına katıldım. Sırf bunun için Almanca öğrendim. Fitoterapi kategorik olarak alternatif tıp içinde sayılmaz, modern tıbbın bir parçasıdır, farmakolojinin bir parçasıdır. Bu yüzden eğitimi almak istediğimden emindim. İnanıyordum ki İbni Sina da bugün yaşasaydı etken maddeleri bilirdi ve bunların üzerinden bir tedavi uygulardı.
Anladığım kadarıyla böyle tedavilere yönelmen en başta yine “bilimsel” temelli olmuş.
– Evet. Zaten açıkçası İbni Sina modern tıbbın kurucusudur, tarihi olarak da böyledir. Osmanlı’da afaroz edilmiştir ama Avrupa’da okutulmuştur. Bizim tıp fakültelerindeki sistematiğin bile kurucusudur. Sonuçta aldığım fitoterapi eğitimi bizim tıp eğitiminden farkı olmayan, 2 yıllık, farmakoloji, etken maddeler, biyokimya üzerinden işleyen bir eğitimdi. Bir hastane kompleksinde veriliyordu ve iki servis doğal tedavilere ayrılmıştı. Bu servislerde yatırarak hasta tedavi ediyorlardı. Hocama, verilen tedavileri daha iyi anlamak için hastanede kalmak istediğimi söyledim. Hocam da kabul ederek bana bir asistanlık ayarladı ve 3 ay orada kaldım.
Akupunkturu hergün hastalara uyguluyorlardı. Keza hacamat, sülük tedavilerini de öyle. Türkiye’de Avrupa merkezli bir bakışla küçümsediğim tüm tedavilerin Avrupa’da uygulandığını gördüm. Beni ikna eden de buydu açıkçası. Bu uygulamaları İran’da bir hastanede görsem dikkat etmeyebilirdim. Ve ciddi bir talebin olduğunu gördüm. Örneğin diz tedavisinde sülük uygulanmasını Almanya’da birçok sigorta karşılıyor. Bizde hâlâ gerici tedaviler diye bakılıyor ama farkında değiliz; Türkiye’de üretilen sülüğün çok büyük bir bölümü Almanya, İsveç ve Avusturya’ya gidiyor.
Bize verilen derslerden ilki Almanya’daki doğal tedavilerin tarihiydi. Bu tedavilerin yasaklandığı tek dönemin Hitler dönemi olduğunu öğrendik. Avrupa’da bu yöntemlerin taraftarları, sol ve demokrat kesimden çıkmış; Ivan Illich gibi. Çünkü Avrupa solu modern bilime bizden çok daha önce sorgulayıcı bir yerden bakmaya başlamış. Bu yüzden kendi içlerinde de bu alternatiflerin yaşamasına izin vermişler.
Türkiye’deyse neredeyse tam tersi bir durum sözkonusu.
– Türkiye’deki sol, demokrat çevrenin hiç bilmedikleri bir durum var aslında. Fark etmeden Hitler’le aynı tarafta durabiliyorlar. Bir de bu ülkeye AKP’nin bu yöntemleri getirdiğine dair bir algı var. Bu algı doğru değil. AKP sadece bu zaman dilimine denk geldi. Bütün dünyadaki sağlık sistemine Dünya Sağlık Örgütü karar veriyor. Bizim ne yapacağımızın, ne dozda, ne kullanacağımızın kaynağı aynı.
Ayrıca bu tedavilerin uygulanacağı merkezler (GETAT) AKP zamanında açıldı ama bütçe ayrılmadığı için hiçbiri doğru dürüst çalışamıyor, örneğin Adana’da hastalar iğne olmadığı için akupunktur tedavisi göremiyor.
– Sonuç olarak sistem problemleri her yere yansıyor. Şunu bilmek lazım, dini kesimin merdiven altı olarak bu yöntemleri kullanmasından dolayı böyle bir algı oluştu ama bu yöntemleri AKP getirmedi. Bu yöntemler sadece Ortadoğu’ya ait yöntemler de değil. Mesela hacamat, Çin Tıbbı’nın da bir parçası, Rusya’daki adı banski. Sülük, Eski Mısır’dan bugüne geliyor. Ve bilimsel olarak yararlılığı kanıtlanmış yöntemler. Bu yüzden Dünya Sağlık Örgütü gibi örgütlerin önerdiği tedaviler arasına giriyorlar. Akupunktur, hacamat, sülük , fitoterapi gibi tedaviler.
Fitoterapi sözkonusu olduğunda ilaçların %70’inin bitkisel kaynaklı olduğunu biliyoruz.
– Özellikle fitoterapide Avrupa’nın uyguladığı bir sınıflandırma (klasifikasyon) yöntemi var. Birinci grubu etken maddeleri bilinen, haklarında yeterince çalışma yapılmış, bilimsel olarak kabul görmüş olan bitkiler, ikinci grubu etkinliği bilimsel olarak kanıtlanmamış olanlar oluşturur. Ama geleneksel olarak yeterince uzun bir zaman kullanılmış olmaları da önemli bir ölçüttür. Aynı ölçüt diğer tedaviler için de geçerlidir. Anadolu’da sadece Dioscorides’in tanımladığı 800 bitki vardı. Diğer ülkeleri düşünün. Tüm bunların hepsinin çalışmasının yapılması çok zor ve maliyetli. İlaçlarda bir iki etken madde üzerine çalışırsınız bitkide çok fazla etken maddeyle çalışmak zorundasınızdır.
Bu etken madde mantığının ortaya çıkması “kontrol altına alma” ihtiyacıyla da ilgili değil mi?
– Aslında değil. Şöyle düşünelim; bugün İbni Sina yaşasaydı o da etken madde üzerine çalışırdı. Kimya üzerinden anlattığımız ve anladığımız için bu böyledir. Kimyasal bir reaksiyonu başka türlü nasıl anlayabiliriz?
Peki etken madde bilinmeden önce bu tedaviler nasıl veriliyordu?
– Bir yöntem; dört element üzerinden yapılmasıydı mesela. Bugün hem etken maddeyi hem de tüm bitkiyi bilmek takdir etmek önemlidir. Ben bilim, kimya karşıtı değilim. Bu konuda birçok çalışma yapılıyor. Eşimle çörek otu üzerine geçmişte İbni Sina’nın söylediği etkiler bugün kanıtlanabilmiş mi diye bir çalışma yürüttük ve birçoğunun kanıtlandığını gördük. Bu yüzden fitoterapi dünyasına girildiğinde, biz sadece 200 bitkinin çalışmasını yaptık, bunlar kullanılacak denilemez. Bilginin kaynağı gelenektir. Geleneksel kullanımı da kabul etmek durumundalar.
Bu bitkiler üzerine yeterince çalışma yapılabiliyor mu?
– Aslında başladı. Bir çok bitkinin ekstraktları var. Bunun da başka bir tehlikesi yeni endüstriye dönüşme riski. Tabii doğru ve sağlıklı bir bitkiye ulaşamıyorsak ekstrakt kullanmak en doğrusu oluyor fakat burada da bir sektör oluşmuş durumda. Öte yandan bitkiler üzerine yapılan araştırmalar ilaç araştırmalardan daha maliyetli oluyor. Ayrıca fon bulunamayabiliyor.
Bir de örneğin tıbbi kantaron kullanılıyor ve öneriliyor, çünkü bu bitki Avrupa’da da yetişiyor ama Türkiye’ye özgü endemik bir kantaron türü belki daha etkili bir tür olabilir ancak hakkında araştırma ya hiç yapılmamış ya da yeterince yapılmamış oluyor.
– Bu anlamda biraz şansısız. Anadolu gibi birçok bilginin hüküm sürdüğü, köprü görevi gören bir yerde biz neredeyse tüm bu bilgileri kaybederek zaman geçirmişiz. Kendime de kızıyorum bu anlamda. Toroslar; Avrupa’da fitoterapi denilen ve araştırılan disiplinin kaynağı olan bitkilere ev sahipliği yapıyor. Ama bu kadar yıldır doğru dürüst araştırma yapılamamış olması acı. Yıllarca biz Turhan Baytop’un kitabından başka doğru dürüst kaynak bulamadık. Hâlâ bir bitkinin analizini hangi laboratuvara yaptıracağımızı bulamıyoruz. Üretici olarak da bulamıyoruz. Yine de umutlu olmak istiyorum. Araştırmalar da ilgi de arttı.